Hava... Doğar doğmaz sarmalandığımız o yumuşacık ana kucağı. Ekmeksiz, susuz bir süre de olsa yaşayabilir her canlı, ama onsuz birkaç dakikadan fazla asla. Allah’ın bedenlerimize üflediği ruhtan bir parça da onda var. Yaşamın elementleri içinde en ruhani olanı. Sanki hem yok hem de her şeyimiz. İçimiz dışımız o. Onu görmeyiz, varlığını eylemleri ile anlarız. Çimen dalgalanır, ağaçlar sallanır, bulutlar gökyüzünde gezinir, yelkenliler yol alır, suda dalgalar oluşur ve yeryüzü türlü seslerle dolar. Böylece onu göremesek de hissederiz. Binlerce yılın yeryüzü melodisini fısıldar bizlere. Dört milyon yıllık bir melodidir bu. Hava olmasaydı, hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan müzik olur muydu hiç?
Filozoflar tarih boyunca onun ne olduğunu aradılar. Başlarımız üzerinde bir ufuktan diğerine uzanan mavilik ve sonrasındaki derin sonsuzluk, insanoğlunun hep ilgisini çekti. Günümüz biliminin konusu olarak ilk kez 17.yy’da dahi matematikçi Pascal’ın ilgisini çekti. Sonra birçok beyin, bu yaşamsal elementi ilk kez ölçtü, biçti, hesapladı. Kurallar çıkardı. Ama evrenin en büyük sırları hala onun ardında gizli durmuyor mu sizce de?